İçindekiler

 

EMPİRİZM (Deneycilik) *

Empirizm ve Rasyonalizm Farkı *

İlkçağ Empirizmi ve Temsilcileri *

DEMOKRİTOS (M.Ö. 460-370) *

EPİKÜROS (M.Ö. 341 - 270) *

Yeniçağ Empirizmi ve Temsilciler *

JOHN LOCKE (1632-1704:) *

GEORGE BERKELEY (1685-1753) *

DAVID HUME (1711-1776) *

Empirizm Üzerine Genel Eleştiri *

Yararlanılan Kaynaklar *

 

 

EMPİRİZM (Deneycilik)

 

Empirizm ve Rasyonalizm Farkı

Bilgi, kaynağı itibariyle nedir, insan bilgisi nereden ve nasıl elde edilmiştir? sorusuna cevap arayan ve bir bakıma “Rationalisme” kadar geniş ve uzun bir geçmişi olan felsefi sistemlerden biri de “Empirizm” (Deneycilik) dir.

Bu ekolü daha iyi anlayabilmek için, daha önceki düşünceleri de bilmemiz gerekmektedir. Empirizm birdenbire ortaya çıkmadı, antik çağdan beri varolan bir felsefeydi. Bu düşünce henüz ilk çağlarda,sofistler, septikler, stoacılar, Epikuroscular ve Demokritoscu filozoflar tarafından temsil edildiği ve ilk tohumlarının atıldığı dönemlerde henüz sistemleşmemiş, düzenli bir ekol halinde varlığını sürdürerek bir düzeye ulaşmamıştı. Bu sebepledir ki, Empirizmin tarihi gelişimi içerisinde ve disiplinli bir felsefi sistem halinde incelenmesi ise ancak yeniçağ rasyonalizminin bir paraleli olarak 17 ve 18. yüzyıllarda mümkün olabilmektedir. Bu çağlarda filozoflar aklın limitlerini bulmaya çalışmaktadırlar.

Rasyonalistler erken çağdaş felsefenin birincil savını ortaya koymuştu: bilgi ustan türer, akıl her zaman belli düşünme ilkelerini ya da doğuştan düşünceleri kullanımında bulur, başka bir değişle gerçek bilgi doğuştandır, kazanılmış değil.

Empirizm ekolü rationalizmin alternatifi, hatta ezeli bir rakibi olarak ve onun tam karşıtı olan daha büyük iddialarla ortaya çıkmış olup, rationalizmin “Bilginin akıldan geldiği” görüşüne karşılık olarak, insan bilgisinin deney yoluyla elde edilebileceğini iddia eder. Başka bir deyimle ve Grekçe “Deney” anlamına gelen “Emperia” kökünden gelen empirizm, rationalizmin “insan bilgisinin, aklın temel ilkelerinden gelme, kesin, zorunlu ve genel-geçer, kaynağının ise, insan zihni olduğu” görüşüne karşılık, bilginin kaynağını “içinde yaşanılan çevreden alınan. duyumlar, görgüler, kısaca deneyde” bulan ve bundan başka bütün yolların yanlış olduğunu iddia eden bir görüştür.

Empirizm'de, bilginin kaynağı, ister doğrudan doğruya (deney olmadan) görme (Empirisme) vasıtasıyla olsun, isterse deneyleme, (experimentation) yoluyla olsun, her iki şekilde de bilginin meydana gelmesinde aklın en küçük bir rolü yoktur. Bilimsel bir hipotez, gerektiğinde ve doğruluğunun ispatı için deney yöntemleriyle tekrarlanır.

Yukarıda. da işaret edildiği gibi, deneyciliğin antik çağdaki ilk temsilcileri, bilginin meydana gelişinde, duyu organlarının bildirdiğini esas almışlar ve sensualism (duyumculuk) diyebileceğimiz bu görüşün temsilcileri olan Demoktrit ve Epikür gibi filozoflar, evrenin esas unsuru olarak “Atom” ları kabul etmişler, ve evrendeki boşlukta hareket halinde bulunan atomların duyu organlarımıza etkide bulunmaları ve böylece de duyumların aktifleşmesiyle bilgi meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir.

İşte yeniçağa sensualizm (duyumculuk) i daha da açıklayıp, duyular ve duyu verileri problemini daha da basitleştiren bir sistem doğmuştur ki, bu yeni “Empirist” akım, büyük Ingiliz filozofu John Locke (1632—1704) un önderliğinde George Berkeley (1685—1753), David . Hume (1711—1776) vb. leri gibi birçok ünlü taraftarlar bulmuştur.

Descartes'in doğuştan fikirler göruşüne karsı bilhassa yaptığı siddetli hücumlarla ilk defa. dikkati çeken John Locke ile İngiltere empirizmin ilk merkezi haline gelmiştir ki, bundan ötürü de İngiltereye empirizmin merkezi, empirist filozoflara da “Ada filozofları” demek adet olmuştur.

Empirizm, rationalizme karşı ilk çıkışlarıyla cidden çok büyük ilgiler toplamıştır ki, empirizmin bu konudaki savunma silâhlarını şu iki noktada toplamak mümkün olabilir.

a) Empirizme göre (Rationalistlerin iddia ettikleri gibi) zihinde doğuştan gelme hiç bir prensip yoktur. Şayet bu prensipler zihinde mevcut olsaydı, bunların ilkelerde ve çocuklarda da bulunması gerekirdi ki, bu görülememektedir.

b) Rationalizm, akıldan geldiğini iddia ettiği bilgide kesin, zorunlu ve genel-geçer olarak matematiği göstermektedir. Halbuki empiristlere göre deney ve gözlem yoluyla elde edilmiş ve kanunları konmuş bütün bilimlerde aynı özellik mevcuttur. Yani tek bılim artık matematik değıldir. Meselâ, empirizme göre “fizik” de pekâlâ kesin ve zorunlu ka nunları olan bir bilimdir.

Şimdi empirismi tarihi gelişimi içerisinde ve biraz daha yakından inceleyelim:

 

İlkçağ Empirizmi ve Temsilcileri

İlk çağda felsefenin asıl konusu, mahiyeti itibariyle evren, evrenin ilk oluşumu, varlığının sebebi ve sonunda evren kendisi ve onda bulu nan bütün yaratıklar (insan dahil) ne olacaktır? vb. ana problemlerdir.

İşte daha ilkçağda ampirik görüşün sözü, “Bu tür soruların esasını hiç bir zaman kesin olarak bilemeyiz” olmuştu. Öyle ya, (empirizm) e göre madem ki bilgilerimiz yalnız eşyanın izlenimleriyle kazanılıyor, yani bilgiler, aklın kanunlarına değil de eşyanın görüşüne göre meydana gelmektedir, o halde bu şekilde kazanılan, yani eşyanın görünüşüyle elde edinilen “empirik bilgilerin dışında, evrenin mahiyetini ve tümüyle evrendeki varlıkların sebeplerini izah edecek başka herhangi bir bilgi düşünülemez. İşte ilk çağda da empirizmde hâkim olan görüş buydu.

 

DEMOKRİTOS (M.Ö. 460-370)

Duyu organlarımızın bildirdiklerini “gerçek ve en doğru bilgiler” olarak. kabul eden Demokritos, evrenin meydana gelişini, aslında var olan, fakat gözle görülemeyen şekiller (Atomlar) ile izah ederek, insan bilgisinin meydana gelişini de aynı şekillerin tesiriyle olduğunu kabul eder.

Demokritos, insan bilgisinin meydana gelişinde de iki tarz kabul eder: a) Gerçek bilgi. b) Karanlık bilgi.

Gerçek bilgi aklın bilgisidir. Fakat akıl, bilgileri kendi başına elde edemez; duyu organlarının bildirdiklerine ihtiyacı vardır. Bununla beraber o, duyu organlarının bildirdiği görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma gibi bilgileri ve karanlık ve basit bilgiler olarak nitelendirir.

İşte bu noktadan hareket ederek Demokritos, normal duyumların ötesine geçerek, evrenin ve ondaki bütün var olan eşyanın yaratılmadığını, bundan dolayı da yok olamayacağını, var olanın yanında bir de yok olanın bulunacağını kabul eder ki, ona göre bu yokluk “mekân” dır. İşte mekânda var olan, fakat var oldukları halde görünmeyen şekiller ise “Atomlar” dır.

Kısaca Demokritos, aklın varlığını inkar etmez, ancak evrenin mahiyeti probleminin izahında en üst dereceye duyuları koyar. Akıl ise her türlü delillerini duyulardan temin eder ve böylece de o, aklı çok zavallı çâresiz bir duruma.indirir. “Şayet duyumlar olmasaydı bu akıl ne yapacaktı?” diyerek aklı esas alan, yani bilgiyi sadece akla dayandıranlarla alay etmek ister.

 

EPİKÜROS (M.Ö. 341 - 270)

Epiküros, aynı zamanda müstakil bir okulun kurucusu olarak kabul edilir. Bilgi problemi hususunda o da Demokritos gibi düşünür. Ancak Epiküros, gerek insanın mutluluğu problemi (böylece de orijinal bir ahlâk parolasıyla ortaya çıkışı) gerek sempatik şahsiyeti, gerekse felsefesinin bir çok karmaşık sistemlerden uzak, halk tabakasının kolayca anlayabileceği bir tutum içinde olduğundan, çok sevilmiş, çok tutulmuş ve fikirleri çok da yaygınlaşmıştır.

Epikuros'a göre,insanın mutlu olabilmesi için önce evreni, hatta bütün tabiatı iyi tanıması lazımdır. Epikuros, hareketlerin doğrusunu, yanlışını bulmak, ya da ayırabilmek, yani hareketlerin kanunlarını tespit edebilmek için de “Bilgi” ye ihtiyaç olduğu sonucuna vararak, bilginin kaynağı hakkındaki görüşlerini ise şöyle ifade eder:

Sağlam. bir bilgi olmadan sağlam bir eylem yoktur, dedikten sonra, sağlam bilgi ise teorik alanda, doğrudan doğruya faktörler, yani düşünceyi işe karıştırmadan edinilen duyu verileri ile, bunların bir çok kereler ortaya çıkmasından ve tekrarlanmasından oluşan, genel tasavvurlardır. Doğrunun pratik alandaki ölçüleri ise, haz ve elem duygularıdır.

İşte Epikuros'a gore adı geçen bu teorik ölçüler ve tasavvurlann konusu ise, bizzat nesnelerin kendileri olmayıp, bunlardan gelen şekiller ve yansımalardır. Bunlar duyu organları aracılığıyla gelirken bir takım değişikliklere uğramış olabilirler, dolayısıyla algılarsa esasen relatif karakterdedirler. Bu yüzden de nesnelere tam uygun değildirler. Diğer yandan algılarla kavranamayan, ya. da pek açık-seçik kavranamayacak durumda bulunan bazı sanılar vardır ki, bunlar çoğu zaman birbirlerinden güçlükle ayırdedilebilirler.

Kısaca Epikuros'a göre insan bilgisi, duyu organlan ve aklın yardımıyla, elde edilir. Duyu organlarının gönderdiği izlenimler zihinde tasavvur haline geçerler, ancak bu izlenimler, çocuklukta, gençlikte ve ihtiyarlıkta ayrı ayrı olduklarından, adı geçen izlenimlere, bağlı. olan, bilgiler de gençlikte en kuvvetli, çocukluk ve ihtiyarlık dönemlerinde ise zayıftırlar. Bu değişiklikten dolayı da bilgiler değişiklik özelliği gösterirler, yani evrendeki objelere tam uygun olmazlar. İşte bilginin doğruluk değeri kişiye göre ve kişide uyandırdığı haz ve elem duygularına göre değişir.

Kısaca ilk çağ empirist düşüncesi böylece daha sonraki çağlarda gelişecek olan görgücülük, deneycilik ve duyumculuk gibi sistemlerin ilk tohumlarını atmış oluyor.

 

Yeniçağ Empirizmi ve Temsilciler

Yukarıda da işaret edildiği gibi, yeniçağ empirizmi ilk çağ sensüalizminden (esas bakımından olmamakla beraber) bazı ayrılıklar gösterir.

 

JOHN LOCKE (1632-1704:)

J. Locke, empirizmin uzun yüzyıllar sönükleştikten sonra 17. yüzyılda yeniden canlanmasını ve deneyci görüşün olduğu gibi, İngiliz düşüncesinin de yeniçağdaki ilk temsilcisidir. J. Locke aslında 17. yüzyılda doğmuş ve 18. yüzyılın ilk başlarına da yetişmiş olduğundan, tesir sahası daha çok 18. yüzyılda kendini göstermiş “insan düşüncesinin özgürlüğünü ve insan eylemlerini deneylere dayandıran ilk düşünür olarak büyük bir ilgi toplamıştır.

İşte, empirizmin yeniden kurucusu ve temsilcisi sayılan bu ünlü filozofa göre, akılda “Doğuştan hiç bir bilgi ve prensip yoktur!” Buna karşılık bütün bilgilerimiz, fikir ve kavramlarımız deneyden gelmektedir. Zihinde ise daha önceden duyularla temasa geçmemiş hiç bir düşünce mevcut değildir. İnsandaki bir takım tasavvur ve kavramların varlığı ise, bir takım teorik ve pratik ilkelerin bütün insanlarca önceden kabul edilmiş ve doğru sayılmış olmasındandır.

John Locke 1632 yılında İngilterede Bristol yakınlarında Wrington'da hukukçu bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş, yüksek öğrenimini ise Oxford üniversitesinde “Tabiat bilimleri ve tıp” sahalarında yapmıştır. Kendi ifadesine göre Skolastik felsefeden hoşlanmamaktadır. Yeniçağın pozitif bilim zihniyetin ise beğenir. J. Locke'un bilimsel faaliyetlerinin ağırlık merkezini, insan unsuru, onun. bilgisi, eğitimi, dini, devleti vb. gibi hususlar teşkil eder. Felsefesinin temelini teşkil eden bu fikirlerini J. Locke, “An Essay Concerning of Human Understanding” (İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme) adlı eserinde açıklar. İnsanı bütün yönleriyle ele almış olmasına rağmen yine de onun “bilgi problemi” yanı ağır basar.

İşte Locke'a göre, insan bilgisinin objesi, hammaddesi, olan bütün fikirler deneyden gelir. İnsan zihni dünyaya geldiğinde boş bir levha (tabula rasa) halindedir. Locke, bilginin doğuştan geldiğini ve deney unsurunun rolünü hesaba katmayan filozofları şiddetle eleştirerek işe başlar. Ona göre, insan bilgisi doğuştan olsaydı, o takdirde en cahil, en akılsız sandıgımız kimselerin dahi az-çok matematik: aksiyomlar, tanımlar... vb. gibi kavramlar hakkında bilgileri olması gerekirdi.

Halbuki özdeşlik, çelişmezlik vb. gibi ilkeler de çocuklar ve cahil kimseler tarafından bilinemezler. Gerçi insan ruhunda bu gibi ilkelerin belki doğuştan var olduğu söylenebilir, halbuki bu ilkelerin doğuştan varlığını kabul etmek, bunların içindeki kavramların da zorunlu olarak varlığını kabul etmeyi gerektirir. Oysaki bilgiye ait bütün kavramlar sonradan ve deneyle kazanılırlar.

Bunun gibi Tanrı tasavvuru da doğuştan olamaz, çünkü öyle toplumlar vardır ki, Tanrı kavramından haberleri olmadığı gibi, bir çok toplumlarda da yine Tanrı kavramları birbirlerinden çok farklıdır. Eleştirilerini bu şekilde sürdükdükten sonra J. Locke, kendi tezini savunurken de özetle şöyle der:

Bütün bilgilerimizin kaynağı deneydir. Zihin ise doğuştan boş bir levha (Table Rasa) dır. Bu levha deney ve gözlemler vasıtasiıyla gönderilen en çeşitli izlenimleri alma kabiliyetindedir. J. Locke deney ve gözlemler için de iki algı kaynağı kabul eder:

  1. Sensation (dogrudan doğruya dış algılar).
  2. Reflexion (iç algı) lar.

Dış algılardan, dış etkinlikler, iç algılardan da ruhun etkinliği anlaşılır ki, işte bütün bilgi ve fikirlerimiz bu iki kaynaktan gelir. Bu iki algı türüne bağlı olarak fikir ve tasavvurlarımız da iki grupta toplanırlar: Bunlardan bir kısmı yalın fikir ve tasavvurlar, bir kısmı ise bileşik fikir ve tasavvurlardır.

  1. Yalınç Tasavvurlar: Bunlar ya tek duyumun, ya da birkaç duyumun müşterek aracılığıyla meydana gelirler ki, burada insan zihni tamamen pasiftir. Şu kadar ki yalınç tasavvurlar bilgilerimizin ham maddesini teşkil ederler, çünkü bunlar tek bir duyum ile ruha iletilebilirler.
  2. Karmaşık tasavvurlar: Bunlar zihin tarafından meydana getirilirler ki, karmaşık tasavvurların meydana gelişinde zihin aktiftir.

Yalınç tasavvurları alan zihin pasif olmasına rağmen düşünme gücü sayesinde bunları gerektiği kadar tekrar etmek ve birleştirmek niteliğine sahiptir. İşte duyu organlarımız vasıtasıyla.aldığımız renk, koku, tad, şekil vb. gibi dışa ait gözlemlerle elde edilen bütün tasavvurlar yalınç tasavvurlardır. Locke'a göre, eşyaya ait duyumlarda.edinilen tasavvurların bir kısmı eşyanın gerçek niteliklerini gösterirler. Meselâ: uzayda yer kaplama, sertlik, şekil, hareket vb. gibi. Bunlar nesneyi nesne yapan nitelikler olup, bunlar ortadan kalkınca, nesneler de ortadan kalkarlar. J. Locke'un “birinci nitelikler” adını verdiği bu gerçek niteliklerden başka bir de “ikinci nitelikler” dediği nesnelerin temel nitelikleri olmayan renk, koku, tad. vb. gibi nitelıkler vardır ki, bunlar olmasa da nesneler olabilirler. Kısaca, bütün bu tasavvurlarda zihin pasiftir.

Bu tür pasif tasavvurları alırken ruh da pasif durumdadır. Ancak bu pasif tasavvurlar, zihnin özel faaliyetiyle bileşik ve mükemmel fikir ve tasavvurlar haline gelebilirler.

İşte bu tür basit tasavvurları bileşik hale getirirken zihnin üç çeşit faaliyeti vardır:

a) İlgi kurma faaliyeti: Zihin tasavvurlar arasında sebep-sonuç ilişkilerini tesbit eder

b) Soyutlama faaliyeti: Zihin eşyaya ait renk ve şekilleri soyut-layarak elde eder.

c) Karşılaştırma faaliyeti: Zihin, uzay, zaman, sayı ve objeler ara-sı ilişkileri karşılaştırma suretiyle kavrar.

Böylece de en yalınçtan başlayarak en karmaşık, soyut fikir ve tasavvurlarımıza kadar eşyaya, hakikate ve sonsuzluğa ait bütün fikir, tasavvur ve bilgilerimiz içinde yaşadığımız iç ve dış çevreye ait deneylerimizden meydana gelmektedir ve bilgilerimiz için başka bir kaynak aramağa lüzum yoktur.

 

GEORGE BERKELEY (1685-1753)

Yeniçağda empirist düşüncenin ilk temsilcisi J. Locke'un tesir çevresinin çok geniş olduğunu görmüştük. İşte, J. Locke felsefesinin en geniş etkisi altında kalanlardan birisi, hatta J. Locke'un en yakın takipçisi G.. Berkeley olmuştur. Berkeley de J. Locke gibi empirist (deneyci) prensiplerden hareket etmiştir. Şu kadar ki, kendisininden sonra çeşitli sistemlerin doğmasına yol açan J.Locke felsefesinin, spritüalist akımının temsilcisi G. Berkeley olmuştur. Berkeley ile 18. yüzyıl Ingiliz empirist felsefesi biraz değişik bir özellik göstermeye başlamış olup, “Treatise Concerning The Principles of Human Knowledge” (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme) adlı eserinde Berkeley, “Maddî olan. bir dunyayı kabul etmenin yanlış ve haksız bir (soyut düşünce) bir “hypothese” olacağını göstermeye çalışmıştır.

Berkeley'e göre, “bizim dış dünya” ve nesnelerin genel nitelikleri dediğimiz bütün şeyler, deneyden türemiş olan ideler ile bunların arasındaki bağlantılara geri gotürülebilir. Ona göre nesnelerin, bilincimiz dışında varlıklarını kabul etmek yanlıştır. Çünkü böyle bir tasav vur objelerin düşünülmeden var olduklarını kabul etmek olur. Bu yüzdendir ki, dışardaki objelerin varoluşlarını duşünmeğe ne kadar uğraşırsak uğraşalım, incelediğimiz şey hep kendi idelerimizdir. Bundan dolayıdır ki, varlık bir “esse et pernipi” (algılamak) tır.

Kısaca, gerçek olan sadece “algılar” dır. Dolayısıyla ideleri algılayan ruhlar ile ayrı ayrı ruhlardaki duyumları ise birbirlerine bağlayarak objeler haline getiren, böylelikle de düzenli ve kanunla bîr tabiat tasavvurunu oluşturan ise “Evrensel ruh”dur

Görüldüğü gibi G. Berkeley, J. Locke'dan daha da tutarlı olarak tam bir “sübjektivizm”e ulaşır. Nitekim Berkeley'de de, bütün bilgilerimizin kaynağı “deney” dir. Ancak o, deney deyince J- Locke'da olduğu gibi iç ve dış algıları anlamaz, doğrudan doğruya duyulur algıyı anlar. Berkeley, zihindeki soyutlama faaliyeti konusunda da J. Lockce'den ayrılır. Nitekim J. Locke, zihnin özel bir faaliyeti olan soyutlama ile ideleri meydana getirdiğini söylüyordu. Berkeley ise soyut ideler prensibini kabul etmeyerek, nesneleri renk ve şekilleriyle algılarız, ama onları (meselâ: çeşitli renkleriyle) soyut bir fikir olarak düşünemeyiz der.

Böylece Berkeley'e göre var olmak “algılanmış olmak” demektir ki. Berkeley bilgiden de ileri giderek varlığı da algıya indirgemiş oluyor.

 

DAVID HUME (1711-1776)

Yeni çağ empirizmi düşünme sistemi içerisinde, başlı başına bir akım ve mekanist tabiat bilimlerinin de başlıca dayanağı olan “nedensellik” (sebeplilik) ilkesinin “Her etkinin zorunlu olarak bir sebebi vardır” parolasıyla ortaya çıkıp, böylece de “Associationisme” (çağrışımcılık) sistemin de en derin ifadesinin temsilcisi olan bir filozoftur D. Hume.

J. Locke'un açtığı empirist çığır, bir bakıma D. Hume ile en yüksek noktasına ulaşır. Gerçekten de bazı eleştiricilere göre D. Hume'un öğretisiyle empirizm, en son sözünü söylemiştir.

1711 yılında Edinburg'da zengin, hatta aristokrat bir çiftlik sahibinin oğlu olarak dünyaya gelen ve iyi bir öğretim gördükten sonra klasik diller ile felsefî problemlere daha çok merak duyan filozof, ailesinin malî durumunun bozulması üzerine bir ara ticaretle uğraşmış, böylece dört sene kadar süren bir ayrılıktan sonra ticaret dolayısıyla kaldığı Fransa'dan dönüşünde, “A Ticatise on Human Nature” (İnsan Tabiatı Üzerine Bir Deneme) adlı eserinin ilk şemasını hazırlamıştır.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, İngiliz empirizmini sonuna kadar götüren Hume da J. Locke gibi önce fikirlerimizin ve tasavvurlarımızın kaynağının ne olduğu sorusu ile işe başlar, fakat bu soruya verdiği cevapla da J. Locke'un iç algı ve dış algı fikrini reddeder. D. Hume'un kendi sorusuna bu hususta verdigi cevap ise, bu iki alanın ayrı düşünülmesi yanlıştır. İnsanın tasavvur alanı bölünemez. Şu kadar ki, buna karşılık Hume bütün tasavvurlarımızı ikiye ayırır. Şöyle ki:

  1. İzlenim (impressions) ler.
  2. Düşünceler ve tasavvur (idea) lar.

İzlenimler, duyu organlarımızla algıladıklarımızdır. Bunları görürken, işitirken, severken ya. da nefret ederken algıladığımız kuvvetli izlenimlerdir. Düşünceler ise, bu canlı izlenimlerin ve duyumların canlılığını kaybetmiş bulunan kopyaları, yani izlenimleri silik kalıntıları, ha tırlamak ve hayâl gücü tasavvurlarıdır. İşte D. Hume'a göre, bizde bilgi adına ne varsa, aslında duyular yardımıyla algıladıklarımızın bırakmış bulunduğu izlenimlerdir.

Yine D. Hume'a göre zihnin asıl görevi ise, duyularla elde ettiğimiz malzemeyi toplamak, birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek, gerektiğinde yerlerini değiştirmek, daraltmak veya genişletmektir. Bütün düşünce ve idelerimizin en soyutları bile izlenimlere dayanır. Hume'a göre en yüksek ideler “Tanrı ideleri”, iyilik, bilgelik vb. gibi ideler de bu şekilde kazanılır. Yani insan zihni Tanrı idesini kendisi, iyilik ve bilgelik izlenimleri üstüne çıkarak elde etmiştir. Kısaca, “Tanrı idesi” zihnin eseridir.

Diğer taraftan Rationalistlerin, doğuştan var olduğunu kabul ettikleri aklın temel prensipleri ve mantığın ilkeleri de yine izlenimlere dayanır ki, işte “nedensellik” ilkesi böyledir.

D. Hume, ilkeler hakkındaki görüşlerini böylece belirledikten sonra, bizdeki her türlü tasavvurların meydana gelişini “Çağrışım kanunları” ile izah eder. D. Hume'a göre, insanda bir sebeplilik tasavvuru vardır. Ama, bu sebep-sonuç tasavvurunu kendisine geri götürebileceğimiz bir izlenim yoktur. O halde nasıl oluyor da, biz böyle bir tasavvuru meydana getirebiliyoruz? D. Hume'un bu açıklaması, “Kant'ı da doğmatik uykudan uyandıran ifadesiyle” şöyledir. Tasavvurlarımızdaki benzerlik, ayrılık, uzay ve zamanda beraberlik, olaylar arasındaki tekrar, yani bir A olayını bir B olayının izlemesi ve pek çok kerelik bu izleme sonunda, zihinde bir alışkanlık duyusunun meydana gelmesidir ki, böylece de algılar arasında doğru bağıntılar kurulmaktadır. Bilgilerdeki yanlışlıklar ise bu bağıntıların karışık olmalarıdır ki, biz buna yanlış bilgi veya doğru bilgi diyoruz.

Kısaca, D. Hume'a göre bizde var olan her türlü bilginin kaynağını algı şekillerinde aramalıdır. Hatta Allâh fikri bile böyledir. Yani Allâh fikri de insan zihninin, “İyiyi ve hikmeti” düşünmek gibi şiddetli ya da zayıf algıları, yani fikirleri genişletmesiyle doğmuştur. Kısaca, doğuştan hiç bir fikir ve bilgiye sahip değiliz. Sebep-sonuç ilişkisi dediğimiz şey de, aslında tamamen eşya aleminden aldığımız duyumlara dayanan deneylerimizin dışında bir sebep-sonuç “nedensellik” ılişkisi de yoktur. Yani duyularımızın ve deneylerimizin bildirdiklerinin dışında hiç bir şey bilemeyiz. Bilgi adına neye sahipsek, hep deney ve duyumlarımızın (bir biri ardı sıra zihnimize “Çağrışım” yoluyla gelmelerinin. bir” eseridir. Bundan ötürüdür ki, D. Hume sistemine “Associationisme” (Çağırışımcılık) da denmiştir.

 

Empirizm Üzerine Genel Eleştiri

Bilginin kaynağı, probleminde duyular âleminin varlığını ve ondan alınan duyumları hiç hesaba katmadan. doğrudan doğruya, bilginin doğuştan (akıl) dan geldiğini kabul eden, rationalizme karşı problemi yeni bir açıdan ele alan ve oldukça ilgi toplayan bir görüş olmasına rağmen empirizm (duyumlara ve deneye lüzumundan fazla önem verdiği ve aklın birleştirici kudretini hiçe saydığı için, birçok tenkitleri üzerine çekmiştir.

Gerçekten de, empirist filozoflar, genellikle bilgi edinmede zihni, ya boş bir levhaya benzetmişler, veya, bir nevi otomatik olarak, sadece duyumların etkisiyle hareket eden bir makina olarak düşünmüş lerdir. Halbuki, özellikle, çağdaş psikoloji, pedagoji ve antropoloji gibi bilimlerin yaptıkları araştırmalara göre, artık zihin öyle pasif, ya da bir takım dış tesirlerle çalışan ve bellı hareketleri tekrarlayan otomatik bir makina değil, aksine, beyin, düşünmek, hüküm vermek, yargı kur mak, hayal etmek, rüya görmek vb. gibi birçok psikolojik, sentetik ve sembolik faaliyetlerin merkezidir.

Diğer taraftan, empiristler, zihni pasif ve boş bir levha olarak dü şunürlerken, bilginin ham maddeleri olarak da, kişisel deneyleri kabul ederler. Halbuki, zihnin pasif kaldığı ve bilginin de, bireysel bilinçlerden elde edildiğini bir an. düşünelim. Acaba, müşterek bir düşünce birliği nasıl sağlanacak ve böyle bir faaliyetin mahsulü olan pozitif bilim lerin doğuşu nasıl izah edilecektir?

Kısaca empirizm de, büyük iddialarla ortaya çıkmış olmasına ve deneyin rolünü de olduğundan çok fazla büyütmüş olmasına rağmen, bilginin kaynağı problemine yine de tam anlamıyla kesin bir açıklık getirememiş, böylece de birçok yönleriyle eleştirilmiştir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Küçük, Hasan, Sistematik Felsefe, İlahiyat Fakültesi Yayınları, Istanbul, 1985

Turner, Merle B., Philosophy and The Science of Behaviour, The Benedith Publishing Company, Newyork, 1968, s:16

Sahakinan, William S., Felsefe Tarihi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1990, s.153

Tokatlı, Atilla, Ansiklopedik Felsefe Sözlüğü, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1973